Birileriyle hatta olabildiğince çok kişiyle Weiwei Sergisi’ni paylaşmam lazım diyerek başlıyorum yazmaya.
Sakıp Sabancı Müzesi‘ni zaten ayrı bir severim, bir de akşamüstüyse, hava da çook güzelse tadı daha bir ayrı oluyor.
Serginin başladığı yerden itibaren, o alana girer girmez en etkilendiğim sergilerden biriydi Ai Weiwei’nin sergisi. Hayatı ve eserlerinde anlatmaya çalıştıkları o kadar dolu dolu ki.
3 kata yayılmış olan, rahat rahat gezebileceğiniz, 100’den fazla eserinin sergilendiği, hatta bazı eserlerinin sadece SSM’de sergilenmek için yapıldığı çok tatlı bir atmosfer. (28 Ocak 2018’e kadar sürecek.)
Weiwei ‘den neden mi bu kadar etkilendim?
Haydi Empati yapmayı deneyelim; Siyasi bakımdan oldukça karışık olan bir dönemde doğuyorsunuz (Ai Weiwei – 18 Mayıs 1957 / Beijing), sonra ailenizle beraber daha neyin ne olduğunu bilmeden babanız sağcılıkla suçlandığı için hiç bulunmadığınız bir yere (Çin’in Kuzeydoğusunda / Beidahuang’a) sürgün ediliyorsunuz. Tam bu sıralarda Kültür Devrimi oluyor ve (1966-1976) kırsal bölgede bir çiftliğe gönderiliyorsunuz, köyün herkes tarafından kullanılan tuvaletlerini temizlemek dahil olmak üzere tüm ağır ve hayattan soğutucu işler yaptırılarak düşüncelerinizin değiştirilmesine zorlanıyorsunuz.
Sonra yaşadığınız yerde karışıklıklar, Sanayileşme derken bir sürü olay yaşanıyor ve bulunduğunuz ülkedeki (Çin) en büyük açlık dönemi başlıyor. Tarım reformuyla beraber ülkede 15-45 milyon civarında insan maalesef açlıktan ölüyor… Bunlar yaşanırken bir de insanlar “burjuva” faaliyetlerde bulunuyorlar diye suçlanıyor, hapse atılıyor, işkence ediliyor, mallarına el konuluyor, taciz ediliyor ve aşağılanıyor. Tarihi mekanlar ve eserler tahrip ediliyor, siz de bu vahşete tanıklık ediyorsunuz. Bunlar da yetmiyor, 20. yüzyılın en büyük felaketi oluyor ve yaşadığınız yerin (Heilongjiang) Güneybatı tarafındaki şehirlerinden birinde (Hebei) 7.8 şiddetinde deprem oluyor, 255.000 kişi ölüyor…
Bu kadar kötü olaylar birbiri ardına gelmişken siz bir şekilde fırsatını bulup (Beijing) Film Akademisi’ne kaydolup animasyon eğitimi görmeye başlıyorsunuz ve aynı zamanda Komünist Parti’nin resmi sanat politiklarını reddeden ilk sanatçı hareketi olan Yıldızlar’ın kurucu üyelerinden oluyorsunuz.
Birkaç sene içersinde öğrenim için ABD’ye gidiyorsunuz, Philadelphia, Pennsylvania ve sonra Berkeley, California’da İngilizce öğreniyorsunuz. 1983 yılında New York’a taşınıyorsunuz. Bir süre Parsons Tasarım Okulu’nda öğrenim görüyorsunuz sonra para kazanmanız gerektiği için; Marangozluk, Bebek Bakıcılığı, Serbest Fotoğrafçılık, sokaklarda Portre Ressamlığı yapıyorsunuz. Bu sürede fırsatını buldukça müzeleri ve galerileri dolaşıp yeni dünyalar keşfetmek istiyorsunuz, gezindiğiniz yerlerde, çağdaş sanata yaklaşımınızı büyük ölçüde etkileyen 2 sanatçı oluyor; Marcel Duchamp (Asılı Adam adlı çalışmasında bu sanatçıdan etkilenmiştir.) ve Andy Warhol.
İlk Kişisel Sergi
İlk kişisel serginizi New York’ta büyük bir gururla 1988’de açıyorsunuz.
Siz bunları yaşarken doğduğunuz ülkenin toprakları yine karışık zamanlardan geçiyor ve ülke çapında protesto gösterileri yapılıyor, Özgürlük ve Demokrasi talep ediliyor. Hükümet, yapılan gösterileri durdurmak amacıyla protestoya katılanları ezme emri veriyor ve birçok öğrenci ölüyor. Hükümet bu yaptığını tabiiki meşrulaştırmıyor ve ölü sayısını açıklamıyor…
Bu olaylardan sonra babanızın rahatsızlığı için (Ai Qing) doğduğunuz yere geri dönüyorsunuz (Beijing), Antika mobilya ve çanak çömlek toplamaya başlıyorsunuz, yasadışı yayınlar çıkarıyorsunuz, bu süreçte babanızı kaybediyorsunuz… (5 Mayıs 1996)
Ardından, 2 kişiyle biraraya gelip Çin’deki ilk bağımsız çağdaş sanat mekanı olan Çin Sanat Arşivi ve Deposu’nu kuruyorsunuz, sonra bir köyde stüdyo-evinizi inşa ediyorsunuz.
48. Venedik Bienali’ne katılıyorsunuz, tasarım ve mimarlık işleriniz için Beijing FAKE Kültürel Gelişim LTD Şirketi’ni kuruyorsunuz. (Şirketin adı bir kelime oyunudur, İngilizce ‘fake’ kelimesi Çinceye harf harf çevrilince İngilizce “fuck” kelimesi gibi okunur.)
Yıl artık 2000’lere geliyor, İsviçreli mimarlarla Beijing Ulusal Stadyumu tasarımı için çalışıyorsunuz, inşaatı Haziran 2008’de bitiyor.
2005’te internette herkese sesinizi duyurmak isteyip bir blog açıyorsunuz, toplum olaylarını yorumlamak, hükümet politikalarını eleştirmek, sanat ve mimarlık üzerine düşünceleri geniş bir şekilde yayınlamak istiyorsunuz.
Bir ilçe yönetimi bir kasabada sizi bir stüdyo inşa etmeye çağırıyor, Stüdyo’nun tasarımına 2008 yılında başlayıp Temmuz 2010’da bitiriyorsunuz.
Sichuan Depremi
2008’de Sichuan Eyaleti’nde çok büyük bir deprem oluyor, 8 şiddetinde, yaklaşık 70.000 kişi ölüyor. Hayatını kaybedenlerin çoğu, çöken okul binalarının altında kalan öğrenciler oluyor… Bu yaşanılan felaket, okul binalarının güvenlik standartları bakımından sorgulanmasına yol açıyor.
Çin Hükümeti, ölen öğrencilerin adları ve sayılarını açıklamayı reddettiği için siz de kendi bloğunuz aracılığıyla topladığınız gönüllülerle bir olup bir yurttaş soruşturması başlatıyorsunuz. Bu soruşturma sayesinde 5.200 e yakın öğrencinin adı ve doğum tarihleri saptanıyor. Yurttaş soruşturması, Çin’deki ilk büyük çapta medya odaklı insan hakları eylemi oluyor. Sizin sayenizde… Sessiz kalanların sesi olabildiğiniz için…
Aynı zamanda bu depremde okul yapılarından çıkan trajik kalıntıları da serginizde kullanıp kültürel bir ağıt nesnesine döndürüyorsunuz. Kimbilir kaç günahsız öğrencinin son nefeslerine tanıklık ettiler, düşünmemek mümkün değil. (Yan tarafta görebilirsiniz.)
Yıl 2009’a geliyor, bu depremden söz etmeye ve yurttaş soruşturmasıyla ortaya çıkan dataları açıklamaya devam ettiğiniz için blog kapatılıyor. Bu tarihe yaklaşık sayfanızda yaklaşık 12 milyondan fazla ziyaretçi sayısına ulaşıyorsunuz. Sizi susturmak isteyenlere inat, Twitter’ı kullanmaya devam ediyorsunuz.
Depremde çöken okul binalarının kalitesiz inşaatını soruşturan bir kişi için tanıklık yapmak istiyorsunuz, ama bunu yapmadan önce yani mahkemeden bir gün önce, polis gece yarısı otelinize baskın yapıp sizi engellemek istiyor ve gözaltına alıyor. Tartışma esnasında bir polis kafanıza vuruyor ve bunun acısı sonra ortaya çıkıyor.
Bu yaşanılan olaydan sonra bir gün Münih’teki serginize heyecanla hazırlanırken, bu darbe yüzünden, beyin kanaması geçirip acilen ameliyata alınıyorsunuz. Ve bir süre hastanede kalıyorsunuz…
Ayçekirdekleri
Ardından, bir sene içersinde Londra Tate Modern’de Ayçekirdekleri adlı çok ses getiren bir çalışma sunuyorsunuz. Bu yaptığınız çalışma, sizi dünyanın en çok tanınan sanatçılarından birine dönüştürüyor. 1600’den fazla zanaatkar, elle biçimlendirip boyadığı 100 milyondan fazla ayçekirdeğinden oluşuyor, anlatmak istediğiniz şey ise tartışılıyor, ama en çok yorum şu yönde oluyor; ayçiçeklerini kendinize dönük halk olarak resmeden propaganda çalışmalarına gönderme yaptığınız…
Bu süreçte bir kasabada inşa ettiğiniz stüdyonun, nasıl oluyorsa yasadışı olması sebebiyle, yıkılması gerektiği haberi geliyor size ve siz buna tepki olarak stüdyonuzda bir nehir yengeci şöleni düzenleyerek bütün destekçilerinizi davet ediyorsunuz. Sonrasında da aşağıdaki çalışmayı bu yaşantınıza ithafen oluşturuyorsunuz. Polis, şölene katılmamanız için sizi ev hapsine alıyor. Şölen sizsiz de olsa Kasım 2010’da yapılıyor…
Ocak 2011’de ise stüdyonuz yıkılıyor…
Bu yıkım sürecinden sonra, Çin Komünist Partisi muhaliflere karşı büyük çaplı bir operasyona girişiyor, 200’u aşkın avukat, aktivist, yazar, muhalif tutuklanıyor, siz de boyunuzun ölçüsünü alıyorsunuz ve Beijing Uluslararası Havalimanı’nda tutuklanıyorsunuz, 81 gün kimsenin bilmediği bir yerde hapsediliyorsunuz. 22 Haziran’da resmi bir suçlama yapılmadan tutuksuz yargılanmak üzere kefaretle serbest bırakılıyorsunuz. Fakat bir de şirketinize 12 milyon yuan vergi cezası bindiriliyor, ne yapacağınızı şaşırıyorsunuz.
Sizi seven, ama gerçekten seven ve destekleyen insanlar, vergi cezasına itiraz edebilmek için bir borç kampanyası başlatıyorlar, bu toplanılan 9 milyon yuan sayesinde (30.000 kişi yardım yapıyor ve sadece 10 günlük bir süre içersinde…) cezanın tekrar geçirilmesi ve temyiz edilebilmesi için yatırılması gereken teminat parası toplanıyor.
Bu dönem içersinde seyahat özgürlüğünüz kısıtlanıyor, dünya çapında sergileriniz açılıyor fakat siz hiç bir serginize katılamıyorsunuz.
Özgürlük için Çiçekler
Artık yıl 2013’lere geldiğinde, sessiz bir direniş yapmayı uygun bulup, her sabah stüdyonuzun girişinde duran bisikletinizin sepetine taze bir demet çiçek koyuyorsunuz ve fotoğrafını çekip Twitter’da #FlowersForFreedom (Özgürlük için Çiçekler) hashtagiyle paylaşıyorsunuz. Bu sessiz eyleminiz pasaportunuz ve seyahat özgürlüğünüz iade edilene kadar sürüyor. Pasaportunuz 600 gün sonra, 2015’te iade ediliyor…
Yazının uzunluğundan empati yapacak hale gelemediniz farkındayım ve hemen toparlıyorum 🙂
2014’te Çin Sanat Ödülü Sergisi açılıyor, önce size de yer veriyorlar (Öncesinde de zaten bu ödüllerin jürisinde yer almıştınız birkaç defa) ama sonrasında Şangay Yönetimi adınızın ve yapıtlarınızın kaldırılması için baskı yapıyorlar. Sonuç olarak tamamen sergiden izleriniz siliniyor.
2015’te Uluslararası Af Örgütü, insan haklarını savunmak için yaptığınız çalışmalardan dolayı size Vicdan Elçisi ödülü veriyor. Bu sene içersinde daha da güzel şeyler oluyor, Çin’deki ilk kişisel serginiz açılıyor. 22 Temmuz’da pasaportunuz iade ediliyor ve 30 Temmuz’da oğlunuz ve eşinize kavuşuyorsunuz, Berlin Sanat Üniversitesi’nde Einstein Konuk Profesörü olarak göreve başlıyorsunuz…
Aynı dönemde Midilli Adası’na gidiyorsunuz, sığınmacı teknelerinin adaya gelişine tanıklık edip, sığınmacı kamplarında kalanlarla tanışıp onları anlamaya çalışıyorsunuz.
Human Flow (İnsan Debisi)
2016’da sığınmacı sorununu ele alan uzun metrajlı bir belgesel film yapmaya karar veriyorsunuz ve bir yılda çekimlerini tamamlıyorsunuz. Ekibinizle beraber 23 ülkede 40’dan fazla sığınmacı kampını ziyaret ediyorsunuz, sığınmacılarla, gönüllülerle, politikacılarla ve insan kaçakçılarıyla görüşüyorsunuz…
2016 ve 2017 yılları boyunca ise küresel sığınmacı sorununa tepki olarak, “Güvenli Geçiş”, “Çamaşırhane” ve “Yolculuk Yasası” gibi birkaç büyük ölçekli yerleştime gerçekleştiriyorsunuz… Bu senenin Temmuz ayında ise 74. Venedik Film Festivali’nde yarışma bölümünde İnsan Debisi (Human Flow)’nin dünya prömiyeri yapılıyor…
İşte böyle… O kadar dolu bir hayat ve o kadar dolu bir sergiydi ki, 2 saatte ancak bitirebildim gezmeyi. Çoğu eserinin hikayesini okuduğumda yaşadıkları içimi acıttı ve o an empatiye başladım, siz de yapın istedim.
Ruyi
Ve yazının son eserinin açıklamasına geliyorum; Kelime anlamı “dilediğince” olan ruyi, uzun ömür ve iyi talihi temsil eden bir asasıdır. Ai, kendi ruyi’sini porselen insan organlarından oluşturarak bu geleneksel formu yeniden yorumlamakta, insanoğlunun sağlıklı oluşundan çok ölümlü oluşunu akla getirmektedir… Bu eserini de SSM’de yakından görebilirsiniz.
Daha paylaşılacak çok eseri ve anlatılacak çok hikayesi var ama evet artık duruyorum 🙂
Weiwei, Çağdaş Sanatın yanında sinema, fotoğraf ve mimari ile de uğraşıyor. Ama en çok dikkati çeken özelliği, muhalifliği…
Adalet ve özgürlüğün peşine düşen, sessizliğin sesi olmaya çalışan, bu süreçte ülkenin siyasi sahiplerini kendine düşman edinen gerçek bir aktivist ve gerçek bir sanatçı…
Tutuklamalarla, gözaltılarla, ev hapisleriyle dolu tüm bu hayat, hem sanatını yapıp hem de aktivist olmakta direnen bir karakter. Tutukluluk geçmişinin de gösterdiği üzere takibi zor birisi.
Etkilenmek için yeterince sebebim varmış değil mi?
Siz yine de benim anlattıklarımla yetinmeyin ve mutlaka gidin, görün, yaşayın…
Muhteşem bir Cumartesi İçin…
Bu Cumartesi belki de Emirgan’da güzel bir kahvaltı yapıp ardından sergiyi gezip sonrasında yürüyüş yapmak için harika bir gündür değil mi?
Bunlar da son şaheserlerinden sadece bir iki tanesi… Yakından görmek çok isterdim.
Yazının sonuna kadar dayanabildiyseniz teşekkürler! 🙂
Sanat dolu günler diliyorum…